19 Ocak 2013 Cumartesi

spak üç çay çek bize ordan, demli olsun.

kendisiyle tam olarak ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum ama muhtemelen sabaha karşı bir saat diliminde yine kuvvetle muhtemel mirotiç üzerinden alevlenen bir muhabbette olsa gerek. kendisini galatasaray sözlük'ten ismen bilmeme rağmen böyle bir üstad olduğuna twitter'da şahit oldum haliyle. her şeyin şakası bir yana büyük saygı duyduğum bir abim kendileri. burayı okuyanların da çoğunun tanıdığını, bildiğini düşündüğüm fritzfassbender'dan bahsediyorum.

öncelikle kendisini tanımayanlar için ben bir özet geçeyim. fritzfassbender sorosçu aslanların, şimdilerde pek kullanmadığı müzikal yanı komazo ve weakside defence basketbol blogunun yazarı. nba ve basketbol üzerine söylediklerinin üzerine söz söylemeye gerek kalmadan "üstad'ın dediği gibi" denilecek bir adam. ve daha fazlası.

röportajda bazı yerleri sansürlemek zorunda kaldık ahgsjdkjkad özellikle nba - avrupa konusunda kendisinin bana karşı takındığı ağır üslup :) ve giydirmeleri nedeniyle korkmuyor değilim. neyse daha fazla uzatmadan sizleri fritz'le başbaşa bırakalım. sigaralarınızı yakın ve başlıyoruz...





öncelikle bu sürümcemeye yüz tutmuş röportajı hem kabul ettiğin hem de beni bu kadar beklediğin için teşekkür ederim başkan. öncelikle bu röportajı okumak isteyen sevenlerine kolaylık sağlamak amacıyla, onları rahatlatacak birkaç şarkı alabilir miyiz? :) sıkılacaklar olabilir bari şarkıları dinlesinler.

- Asıl ben teşekkür ederim. Bugüne kadar 25-30 tane röportaj yaptım, ilk kez soruların sorulduğu taraftayım. Hemen havaya girdim, yürüyüşüm bile değişti. Gerçi sorular geldiğinden beri henüz yürümedim ama muhakkak değişmiştir. Şanlı Spurs’ün atmosferine uygun bi şarkıyla ısınalım o zaman; http://www.youtube.com/watch?v=a27EGnXfBlw



ooo şarkılar nefis asghdjaksd şarkıları görmüyor olsam da nefis olduğunu tahmin ediyorum. lütfen beni bozucu yanıtlara girme abi. ilk röportaj denemem. kendime ertuğrul özkök tarzı gazeteciliği örnek almışken yavuz donat olmaktan korkuyorum. buraya kadar getirebildim ancak hemen bağlayayım; senin hakkında en çok merak edilenlerden biri "fritz neden düzenli olarak bir yerlerde yazmıyor?" "neden dergi-gaste değil de blog vs"

- Valla iki çok temel sebebi var onun. Birincisi teklif yok (gülüşmeler). İkincisi de teklif olduğu zamanlarda benim hayat şartları sebebiyle uzun vadeli sözler veremediğimden gönülsüz olmam. Ama hep söylediğim gibi teklif gelse fenerbahce.org’da bile yazarım (gülüşmemeler). Hani bir de bu işler pek arkadaş ortamında birbirine gaz verirkenki gibi yürümüyor bildiğiniz gibi. O tip yerlere gelmek için politik bi insan olmak, “çevre” edinmek, milyonların sevgilisi naifliğindeymiş numarası yapmak gerekiyor. Ha ben hepsini yaparım gerekirse orası ayrı (gülüşmeler). Ama bi yandan düşününce de cevap verdiği soruda parantez içine (gülüşmeler) eklemesini kendisi yapan bi insanım nihayetinde. Soru neydi?



kazanmaya mahkum kaybeden...o yazıda çizdiğin oj mayo profili ve onun ardına gizli fritz fassbender. komazo'daki yazıların. aslında senin bilinenden çok başka bir kimliğin ve söyleyecek sözlerin var. twitter gibi insanı uyuşturan mecraların seni körelttiğini düşünüyor musun?

- Haklısın, O.J. Mayo ve benzeri sporcularla kurduğum ilişki kendi hayatımla kurduğum bağlantıların bir sonucu ama o yazının arkasındaki motivasyon sadece kendimle alakalı değildi aslında. Öyle bi dönemde yaşıyoruz ki herkes ucundan kıyısından o çaresizlik hissiyatının bir parçası konumunda. Bir şekilde yaptığımız her neyse, okul, iş, ilişki, ailevi meseleler, onda kabul görülmüş başarı normuna ulaşmak zorundayız yoksa sistem anında dışarıda bırakıyor seni. Başka türlü hayaller, başka türlü hedefler peşinde koşmana izin vermiyor. Bunun sonucu olarak da hepimiz sürekli söylenip kahrederek günleri geçiriyoruz çünkü işin ucunda denemeye değecek bi ışık görünmüyor çoğu zaman. Mayo ve benzeri topçuların sembolik önemi bu. O yüzden de benim söyleyecek sözlerimin olup olmaması da çok mühim değil.

Twitter konusunda da çok körelecek bi durum göremiyorum. Bu tip mecraları kullanış amacıyla alakalı o biraz galiba. Ben interneti fazla ciddiye almadan, gülelim eğlenelim kafamız dağılsın amaçlı kullanıyorum daha ziyade. Yapmam gereken diğer işlerden vakit çaldığını düşündüğüm zamanlarda kapatıyorum zaten. Tek kötü tarafı twitter hepimizi tornadan çıkmış gibi aynı üslupla yazmaya itiyor ve onun sonucudan bi fikir üretirken benzer kalıplarda sıkışıp kalıyoruz sanki. Ya ne kadar ciddi konuştuk mınakoyim, verdiğim cevaptan ruhum darlandı. Geç Rize – Beşiktaş maçına geç.



müzik konusunda bir "danışılacak abi" olduğunu düşünerek soruyorum. hiç bilmediğin bir dilde şarkı dinlemenin nesi sana cazip geliyor. kulağına gelen tını mı yoksa sözler mi bir şarkıyı efsane yapar?

- Vokal çok mühim. Bildiğim bi dildeki şarkıda da çok mühim ama sözleri anlamıyorsam vokalistin insafına kalırım, o etkilerse dinlemeye devam ederim. Mesela Heroes Del Silencio diye İspanyolların çok ünlü bi grubu vardı. Şarkı atlamadan dinlerdim albümlerini çünkü vokalistlerinin öyle bir tekniği var ki ebene sövüyor olsa bile “aa benim ebeme sövüyor burada galiba” dersin, öyle bi ruh veriyor şarkılara. Veya Fransız Aüssitöt Mort’un kelime anlamadığım bi şarkısında sigara üzerine sigara yakabiliyorum çünkü vokalist nasıl bi acı çektiğini çok net aktarabiliyor bana. Veyhaut Vedat Yıldırım gibi bi ses Kürtçe, Ermenice gibi dilleri geçtim oturup Polonya milli takımının topçularını baştan sona saysın oturur ağzın açık dinlersin çünkü özel bi ses. Şarkı sözleri de çok mühim tabii ezgi ve iyi bir vokal olmadan dünyanın en kral şarkı sözünü yapsan en fazla twitter aforizması olur. Bu arada geçen aklıma takılmışken bütün kulluğumuzu yok etme pahasına hakkını verelim, Teoman – Kupa Kızı Sinek Valesi yazılmış en güzel Türkçe şarkılardan biri. Alakasız oldu ama bişeyin hakkını Fizan’da da aklına gelse vermek lazım.





bildiğim kadarıyla eski bir ülker'li, okyanus aşırı ise şikago'lusun. şikago'yu mj bıraktıktan sonra, ülker'i efes ve tofaş ligde hegomonya kurmuşken tutmaya başlamışsın. sadece bu iki örnekle bile kazanmak için bir şeyleri sevmediğini görüyoruz. nedir fritzfasbender'a bir şeylere taraf olmaya iten şey?

- Aslında tam tersi sevinmek için seven taraftar olmaya çalışıyorum ama çocuklukta yaptık bazı hatalar. Chicago’yu Jordan varken tutmaya başladım ama esas taraftara dönüşme sürecim post-jordan dönemindeki çöküşte tamamlandı. Elton Brand’le başlayan sürekli draft’ın tepesinden oyuncu seçip sürekli hüsran yaşanan dönem. Brand, Marcus Fizer, Eddy Curry, Tyson Chandler, Jay Williams, Kirk Hinrich, Ben Gordon. Hatta LaMarcus Aldridge’i seçip Tyrus Thomas ve Khrypa’nın hakları karşılığında elden çıkarmaya kadar geçen dönem. Tuhaf bir zevk alıyordum o rezil yönetilen takımı destekliyor olmaktan. 2000’lerin başında herkes ya Lakers’ın ya Kings’in ya da Sixers’ın peşindeyken Bulls’u desteklemek özel hissettiriyordu kendimi galiba. Bir de internetten değil de aylık dergilerden takip edince daha sıkı bir bağ oluşuyor galiba. Bu arada dergi demişken bugün pek hatırlanmayan Pivot ve 6. Adam dergilerini analım. Fast Break efsanesinden sonra gelmek gibi bi talihsizlikleri vardı ama dönemin şartlarında çok şık dergilerdi. Bi de Doğan Hakyemez’in Overtime diye bi dergisi vardı aynı dönem ama gelmiş geçmiş en kötü dergilerden biriydi : (


Neyse, ne anlatıyorduk? Ülker’i tutmaksa başlı başına bi tuhaflık tabii. Onun da basit bi sebebi var. Efes çok popülerdi, Tofaş’sa popüler olmayanı tutayım diyenlerin tercihiydi. Ülker’se tam bi üvey evlattı. Hepsinden çok para harcayıp sonuç hep hüsrandı. Aslında 90’ların Fenerbahçe’sine çok benziyordu hali ama o zamanlar onun farkında değildim, sadece üvey evlat olarak görülmelerine odaklanmıştım. Aklımın yeni yeni erdiği zamanlar gazetelerden okuduğum “Ülkerspor Fenerbahçe’yi geçerek şampiyonluğa ulaştı” haberleri de etkiliydi galiba. Bir de sevdiğim adamlar vardı, Harun, Tolga Tekinalp, Kevin Rankin, Haluk filan. Üstüne tam tutmaya başladıktan bi sene sonra Michael Anderson geldi. O sezon play-off’ta inanılmaz oynamıştı. Bana basketbolu esas sevdiren adam Anderson’dır o performansla. O şampiyonluktan sonra Tofaş dönemi başladı ama Ülker’in esas hedef Avrupa oldu. Sürekli topçular gelip gitmeye başladı. Koturoviç’ler, Jerome Allen’lar, Ufuk Sarıca’lar, Goljoviç’ler. Bi türlü olmadı tabii. Mal gibi takip ediyordum ben de hala. Asım Pars’ın oynadığı bi takımı tutkuyla takip etmenin acısını bilen bilir. Sonra Tutku geldi mesela. Tutku bugün şahane bi oyun kurucuya dönüştü ama ilk zamanlarında büyük kabustu. Asım Pars’ın oyun kurucu hali gibiydi gençliğinde, benim de ergenliğim karardı o dönem. Baktım olmuyor, basketbol 24 kişiyle oynanan ve sonunda hep Zalgiris’in kazandığı bi oyun, koptum yavaş yavaş. Sonra şükür Ülker - Fener birleşmesi oldu da temelli kurtuldum hayatımın karanlık bi döneminden.





az önceki soruya galatasaray'ı da ekleyip daha da karmaşık hale getirmek istiyorum. melih şabanoğlu'nun türkiye'deki takım taraftarlığını sosyolojik açıdan değerlendirmesi var, yine yıllardır süre gelen galatasaray-aristokrasi, fenerbahçe-burjuvazi, beşiktaş-işçi sınıfı değerlendirmeleri var. ve ciddi manada görüyoruz ki özellikle sosyal medyada taraftarın belli özellikleri renkDaşlarından hemen kolayca kaptıklarını görüyoruz. galatasaray tayfası her şeyden goygoy çıkartabilirken, fenerbahçelilerin daha ilkokullu olanı bile en cin avukatlar gibi inkar-karşı hamle-savunma-tekrar karşı hamle yapabiliyor. uzatmayayım sen türkiye'de insanların takımlarıyla bağlantılı karakter edindiğini düşünüyor musun? taraftarlık sosyolojik açıdan değerlendirilebilir mi?



- Hayatla bağı olan her şey sosyolojik açıdan değerlendirilebilir, değerlendirilmeli hatta. Benim spor özelinde itirazım bu sosyolojik incelemelerden kişilik tahlili çıkarmaya. Muhakkak bu kadar derine kök salmış kulüplerin tarihsel alışkanlıkları, gelenekleri, adetleri üzerinden belli başlı refleksleri açıklamak mümkün ama bu kadar geniş kitlelere hitap ettikleri için de çoğu zaman masturbasyon öteye gitmeyen, resmi açıklamaya yetmeyen çabalar oluyor bunlar. Yani taraftarlık öyle bir ruh hali ki kimse 10 yaşındayken bütün kulüpleri gözlemleyip “hımm Fenerbahçe burjuvazi takımıymış, anladığım kadarıyla benim ailem de orta-üst sınıfa mensup, o zaman Fenerli olayım” diyerek tuttuğu takımı seçmiyor. Diğer ülkelerdeki çoğu malum takımların taraftarlarının birbirinden çok başka takım tutma hikayeleri olmayabilir ama Türkiye’deki her taraftardan bambaşka takım tutma hikayeleri çıkar ve hiçbiri de o sosyolojik yapıyla alakalı değildir. Ya bi topçuyu seversin, ya aklının ermeye başladığı yıllarda aklını çelen bi kadroya denk gelmişsindir, ya baban bi maça götürmüştür, vs.

Hal böyleyken insanların ciddi ciddi o klişenin üzerinden yorum yapıyor olması komik biraz. Elbette her taraftar kitlesinin kendine has ve genellenebilecek refleksleri var ama o çizgi de gitgide inceliyor bence. Mesela Fenerlilerin açtığı “Emre’yi aldık sıra Arda’da” pankartını düşünelim. Fenerbahçe rakibinin önemli bi oyuncusunu alıp rahatça içine sindirebilen, bundan bir büyüklük gösterisi çıkarabilen bi camia. Eskiden ben de böyle bi durumun Galatasaray’da asla olmayacağını, onun Fener’e has bi ruh hali olduğunu düşünürdüm. Ama Ünal Aysal döneminden sonra gördük ki durum pek de öyle değilmiş. Yarın öbür gün “Onur’u da alacaz” içerikli bi pankart açılsa Arena’da kaçımız şaşırırız? Veya Burak üzerinden sezon başından beri yapmadık sosyolojik tahlil bırakmayan, bütün Burak = Galatasaray diyip herkesi kendince karaktersiz ilan eden Beşiktaşlıların Veli olayında nasıl da manevra üzerine manevra yapıp “Veli kendini atmadı ki, atsa kızardık ama atmadı” riyakarlığına başvurmasını hangi sosyolojik tahlille açıklayacaksın? Herkes bir şekilde kendini özel hissetmek için aidiyet hissettiği camialara ve taraftar kitlelerine özel güçler atfetmek istiyor ama maalesef bu klişeler savaşında kazanan “yok birbirimizden farkımız” bana göre. Bütün bunları söylerken şu şike olayındaki refleksleri ayrı tutuyorum çünkü bin yıl geçse de Fenerbahçe ve Beşiktaş’lıların genelinin tavrını anlayamayacam heralde.

Sonuç olarak ben kendi adıma bir şekilde karşılıksız ve mantık aramadan desteklediğimiz bu kulüplerin nihayetinde birer kurum olduğunun farkında olarak yaşıyorum taraftarlığımı. Kurum dediğimiz şeylerin karanlık taraflarının da olabileceğini bilerek. Ve mümkün olduğunca “gurur” duymayarak. Benim tercihim Galatasaray’ı bi kutsaliyet atfetmeden sadece Galatasaray olduğu için sevmek. Bu bana yetiyor. Bununla yetinmeyip ille de tuttuğu takımlar için derin tahliller yapanlara da saygı duymaktan başka çare yok. (Ulan o kadar yazdık, “saygı duyarım”la bitirmeyeydik iyiydi).




neyse sevenlerini daha fazla kızdırmadan basketbola geçelim. önce bir şifreli sorumuz var abi röportaja ona göre devam edeceğiz :) sorumuz: tanjeviç üstad mı değil mi? buradan çıkan cevaba göre ben sansür işlerini organize edeceğim de :) nba'i avrupaya tercih ettiğini bilmeyen yoktur. bunun sebebini sen kaynak yetersizliği olarak söylemiştin yanlış hatırlamıyorsam. peki oyun olarak sana nba'i cazip kılan şeyler var mı?



- Üstad değil : ( Yani Kalli benzeri “no bullshit” tavrını çok seviyordum ama bir şekilde tarihin en yetenekli jenerasyonunu prime dönemlerindeyken bir araya getirmesi lazımdı. Gerçi bir sürü büyük ismin bizim buraya gelince aklının çıkıp ne yapacağını şaşırdığını görünce yine de iyi iş çıkarmış diyebiliriz. Ya ben Derrick Rose’un oynadığı turnuvada bile ABD – Türkiye finalinin ilk 5 dakkasını izleyip hava sıcak diye dışarı çıkmış adamım ne anlatıyorum ya hahaha.

- Kaynak yetersizliğinden kastım şuydu; Euroleague’de maçı izliyorum mesela. Gözüme bi topçu çarpıyor. Giriyorum neciymiş diye bakmak için internete. Adam 24 yaşında, iki yıldır Euroleague takımında oynuyor. Sadece o iki sezonun istatistiklerini bulabiliyorum. Biraz şanslıysam ve uğraşırsam profesyonel olduktan sonraki istatistiklerini ancak bulabiliyorum ki onda da pek güvenilir kaynaklar olmuyor. İstatistiği de geçtim ilaç için o topçu hakkında yazılmış iki paragraflık yazı bile bulunmuyor. Dil büyük engel tabii. İngilizce kaynak çok sınırlı. Ben de bu işten okudukça keyif alan biriyim. Oyunun kendisi tek başına ister Nba olsun ister Avrupa, yetmiyor. Çünkü benim sporla kurduğum ilişki oyundan aldığım keyif kadar o oyunu anlamlı kılan hikayelerle bağlantılı. Haliyle Avrupa basketbolu o açıdan güdük kalıyor bana.

Oyun olarak NBA’den daha çok keyif almamın temel nedeni, ki NBA sevmeyenlerin de sevmeme nedeni bu sanırım, oyuncuların bireysel kalitelerinin ön plana çıkmasıyla oluşan tahmin edilemezlik. Normalde izlemek için derviş sabrı gerektirecek kadar kötü takımların maçlarını bile çekilir kılan şey bu. Devam edecektim fakat gördüm ki bi sonraki soru da aynı konuyla alakalı oradan devam edeyim.



avrupada oynanan basketbolun nba'den daha kaliteli ve yarışmacı olduğunu düşünenlerin sayısı günden güne artmakta. sen de bu çerçevede nba ve avrupa basketbolunu karşılaştıracak olsan hangisinin kefesine hangi artıları koyarsın?


- Bi kere deplasman blogda da olsam NBA’e yapılan bi haksızlığı dile getirerek başlamayı kendime görev biliyorum; NBA vs. Avrupa olayında eskiden kalmış ezberlerle konuşulup hala daha Nba’i şovdan ibaret bi ligmiş görenler ya maç izlemiyor ya da 25 sene öncesinin ezberleri beyinlerinden çıkmayacak kadar güçlü şekilde kazınmış kafalarına. Artık eskisi gibi bi çok açıdan farklı bi oyun oynandığını düşünmediğimin ve mentalite olarak makasın çok kapandığının şerhini düşerek başlayayım.

Bu konuyu tartışırken önce “kalite” kavramını açmak lazım. Eğer kaliteden kasıt fundemental meselelerse, evet Avrupa NBA’den daha kaliteli ve bin yıl geçse de öyle kalacak. Çünkü Avrupa’lı oyuncular 10 yaşından itibaren oyunun bütün gereklerini en iyi hocalardan en ince ayrıntısına kadar öğrenirken Amerikalı bi oyuncu ancak üniversitede, o da iyi hocaya denk gelirse yapısal eğitim alabiliyor. En yeteneklileri NBA’e giden oyunculardan geriye oyunu iyi bilen, becerikli ama atletik özellikleri zayıf, yetenekleri kısıtlı bir oyuncu grubu kalıyor. Bu yüzden de koçlara en üst düzeyde bağımlı, takım oyunundan başka çaresi olmayan bir lig çıkıyor ortaya. Bence burada kişisel zevkler belirleyici faktör olmalı, o açıdan hangisi daha kaliteli tartışmasını pek anlamlı bulmuyorum.

Öte taraftan farklar bariz tabii. NBA daha içgüdüsel bi lig o eğitimsel sebeplerden. Ama daha da önemli bi nedeni var bence bu içgüdüsel durumun. Avrupa’da basketbol (Yugoslavya’yı ayırırsak : () “nezih” bi spor. En azından sporu icra edenler için öyle. Dar gelirli kesimler çocuklarını alıp da Galatasaray’ın, Real Madrid’in, Milan’ın futbol okullarına yazdırmak varken basketbol koçuna gidip “eti senin kemiği benim” demiyor. Haliyle basketbolcular “rahat büyümüş” insanlar oluyor. Koçum Benim dizisine bakmak bile yeterli bu tespitin doğruluğunu görmek için. Okulun tek fakir çocuğu vardı, o da basket takımında değil yancıydı. Bunların hepsi bilimsel gerçekler. Ya ne diyorduk mınakoyim. Heh. Amerikalılarda ise tam tersi, ailesinin durumu iyi olan bi basketbolcu çıktığında haber oluyor. Hepsi çocukluğunu fakirlik içinde geçirmiş, basketbolcu olmaktan başka yırtma şansı olmayan insanlar. Bu adamlara istersen gece gündüz eğitim ver, pozisyon almayı, pivot ayağını nasıl kullanacağını, nasıl post edeceğini, ne zaman doğru pası vereceğini öğret yine bi noktada içgüdüsel davranıp bildiğini okur çünkü adam yokluktan gelip parayı ve şöhreti bulmuş, “kahramanlık” kültürüyle büyümüş ve tek çaresi basketbol. Bugün atıyorum Sinan Güler’den formayı çıkar takım elbiseyi giydir en kral sigorta şirketinde reasürans uzmanı olarak işe başlar. Bu adam istese de düzen dışına çıkamaz ve yeteneği ne kadar kısıtlı olursa olsun kendine takım bulur Avrupa’da. Burada yine kişisel tercihler giriyor devreye. Bu içgüdüsel durum ve tahmin edilemezlik bana keyif veriyor, tam tersini seven de Avrupa’yı takip ediyor.

Bireysellik – takım oyunu dışında tempo, atletizm ve spacing gibi malum farklara girmiyorum. Herhalde esas önemli olan koçlar arasındaki farklar. Avrupa’nın o konudaki bariz üstünlüğünü kabul etmekle beraber arada artık çok uçurum olduğunu da sanmıyorum. NBA’de çok fazla kötü koç var evet ama bir o kadar da iyi koç var artık. İyiden kastım kendini geliştirirken takımlarını Avrupa’ya ve haliyle oyunun özüne yaklaştıranlar, içgüdüselliği ve atletizmi takım oyunuyla birleştirenler. Ki onların sayesinde “NBA sadece yıldızlara dayalı bi lig” ezberi yıkıldı. Yıkılmadı tabii ama yıkmak lazım artık. En basit örneği Miami Heat ve Los Angeles Lakers. Eğer koçların etkisi o kadar az olsaydı Miami 2011’de ligi 70 galibiyetle bitirip, her turu 4-0’la geçerdi ama öyle bişey olmadı tabii. Çünkü onlardan daha iyi kurulmuş, daha oturmuş takımlar vardı. Ne zamanki koçları kafasındaki sistemi bütünüyle uygulayacak zamanı buldu, ne zamanki takım oyununa ulaştılar başarı öyle geldi. Bu senenin Lakers’ı da nefis bi örnek aynı şekilde. Eğer Nba söylendiği gibi topu eline alanın potaya gittiği, koçların seyrettiği bi lig olsaydı Lakers bugün bu halde olmazdı herhalde.



geçenlerde hatta bayağı oldu nerede gördüğümü hatırlamıyorum ama birisi nba'de avrupa basketbolu, avrupada ise nba basketbolu bu sene şampiyon olacak demişti. bahsettiği takımlar sırasıyla spurs ve real madrid. spurs her sene avrupanın etinden sütünden faydalanıyor, çoğu takım 4 kısalı sistemler deniyor vs. nba'in avrupayı izleme sürecini nasıl değerlendiriyorsun?



- “Olacak” değil oldu bile, Dallas Mavericks 2011 : ( Tyson Chandler harici vasat bireysel savunmacılardan kurulu bi yapıyı tüfek gibi bi savunma takımına dönüştürdü Rick Carlisle. Yeri geldi alan savunması yaptırdı, yeri geldi Lebron’a Jason Kidd’i verdi. Hücumda top makine düzeninde dolaşıyordu, herkesin görevi belliydi, vs. Nihayetinde farkı yaratan Nowitzki oldu elbette ama Nowitzki’nin katkısı neyse Carlisle’ın da o kadar payı var o şampiyonlukta. 4 kısa uzun vadede, ligin büyük bölümü tarafından benimsenmeyecek bana göre ama 4 numaraların hepsinin şutör olacağını öngörmek zor değil. Aklın yolu bir, NBA de Avrupa’nın ahlaksızlıklarını değil teknolojisini alıyor tabii ki. Takımların potayı savunacak uzun + şutör ve ribaundçu uzun + her şeyden biraz yapan forvet + skorer + oyun kurucu çekirdeği üzerinden şekillenmesi kaçınılmaz. Ama Nba 4 kısayı Lebron ya da Carmelo gibi adamlara sahip değilseniz kaldıracak durumda değil çünkü belli bi hücum ribaundu dengesi sağlanmak zorunda. Hücum ribaundunu alamasa bile içeride o hamleyi yapıp rakibin hızlı hücumunu aksatacak birileri lazım. Avrupa’da o kadar sorun olmayabilir bu ama atletizmin bu kadar ön planda olduğu bi yerde tek uzun intihar olur o açıdan.


........reklam......



......


bir yerden şikago'ya da girmek lazım. taj gibson-ömer aşık tercihi, boozer'ın reddi mirası, rose'un dönüşü, bu sene play-off ihtimalleri ve mirotiç. sence eğer rose sanılandan da iyi dönerse ve umarım o sakatlık bir daha tekrar etmezse 2010'ların hangi yılının final serisine göz koyarsın? tom thibodeau'ya güven katsayına da işin içine kataraktan :)


- Taj - Ömer tercihinden başlayalım. Bi kere oyuncuların birebir diğerlerinden önce takım yapısına bakmak lazım. Bu takımda Noah diye bi adam var. Ligin en iyi savunmacı uzunlarından. Diğer iyi savunmacı uzunların aksine sadece potayı da korumuyor, takım savunmasının en mühim parçası. Mesela iki sezon önce son topa kalan bi Miami maçında Lebron potaya giderken Deng’le switch edip Lebron’u birebir aldığı pozisyonu hatırlayalım. Her maç buna benzer bi sürü pozisyon oluyor ve Bulls savunması Noah’ın kısaları da savunabilmesiyle bütün ligin en temel oyunu pick and roll’larda tam bir canavara dönüşüyor. Şimdi elinde böyle bir pivot varken Ömer’e yüklü kontrat vermek demek Taj’dan önce Noah’tan vazgeçmek demek. Ömer Noah’tan çok az da olsa daha iyi pota savunucusu, daha iyi ribaundçu. Hücumdaysa Noah Ömer’e göre daha güvenilir bi isim, en azından iyi kötü bi orta mesafesi var ve açık ara ligin en iyi iki pasör uzunundan biri. Rose’un yokluğunda hücumun da temel istasyonu.

Böyle bi durumda Noah’ın 4 yıllığına 40 milyonluk kontratından takasla kurtulup Ömer’e 3 yıllık 25, Taj’a 4 yıllık 33 milyon verilebilir miydi? Bence gereksiz olurdu çünkü Noah’ın saha dışında da büyük etkisi var takım kimyası için. Üstelik Ömer’in bugün Rockets’ta gösterdiği perfomansı birinci tercih bile olsa Chicago’da göstermesi uzak ihtimal çünkü Thibodaeu’nun uzunları körelten bir sistemi var. Şimdi Lin ve Harden gibi ikili oyunları çok seven iki kısayla oynuyor Ömer. Chicago’daysa tamamen oyun kurucunun izolasyonlarına duacı bi hücum planı var. O sebepten bence Ömer’e yol vermek yapılabilecek en mantıklı işti. Hem Chicago hem Ömer için. İki oyuncunun da kontratlarının bi sene arayla bitmesi Taj – Ömer tercihi yapılmış gibi görünmesine neden olsa da Ömer – Noah tercihiydi yapılan ve

Noah’a tercih edilebilecek çok az pivot var ligde. Esas sıkıntı Taj’a verilen kontrat olarak görünüyor şu an. Taj da mühim bi savunmacı, ikiden beşe herkesi savunabilecek bi adam ama en iyi halinde bile yıllık 8 milyonu hak edecek bi adam görüntüsü vermiyordu. Bundan sonra o kontrattan kurtulmak biraz zor olacak. Keşke bu sezon sonu beklenip gelişimine göre yazın hamle yapılsaydı. Gelişim derken 27 yaşında olduğunu da unutmamak lazım.

Boozer konusu da artık çok üzerinde durmaya değecek bi konu değil. Ömer’de olduğu gibi Chicago’nun sistemi Boozer’a uygun değil. Bugün bu kadar dalga geçilen Boozer başka takıma gitsin yine 20 sayı ortalamayla oynar ama Thibodaeu’nun guard’ın yaratıcılığına bıraktığı düzende bunun imkanı yok. Boozer’ı ligin elit skoreri yapan şey nedir? Guard’la oynadıkları iki oyun sonunda attığı boş orta mesafe şutlar ve bomboş bıraktığı turnikeler. Chicago’daysa Boozer üzerinden oynanan oyun sayısı maç başına bi elin parmaklarını geçmiyor. O yüzden artık çok takılmamak lazım oraya. Bir de bu sene takım Rose’suz oyuna alıştıkça Boozer da Bulls kariyerinde ilk kez kendini bulmaya başladı. Son 10 maçta hiç 15 sayının altına düşmediği gibi 20 – 30 arası atıyor genelde. Daha da mühimi müthiş bir çaba gösteriyor. Her maç boştaki bi topu kapabilmek için kendini yerden yere atan bi Boozer görmek mümkün.

Boozer’dan hemen Mirotiç’e geçeyim. Beklentimiz büyük tabii. Bu sene de Euroleague’e bonba gibi başlayınca iyice tavan yaptı umutlar ama sezon ilerledikçe ben şimdilik o seviyede olmadığını düşünmeye başladım. Rakamları iyi ama bazı maçlarda çok şut üzerinden oynuyor, potadan uzak kalıyor ve mücadeleden kaçıyor sanki. Neyse, gelişir daha bize gelen kadar da bi umut üzerinden plan yapılmaz tabii. 2014’te gelecek olsa bile Boozer’ı amnesty etmenin pek mantığı yok bence. Mirotiç’i beklerken Boozer’a para ödemeye devam edip Taj’ı ilk beşe yerleştirmenin takıma pek bişey katacağını sanmıyorum.

Rose’un dönüşü girmek istemediğim bir top : ( Nasıl dönerse razıyım. Dua etmekten başka yapacak bişey yok. Bu seneyi bildiğin gibi ben gözden çıkarmıştım takımın play-off hedefi için. Bulls çok kötü bi organizasyon olduğu için Rose’u gereksiz yere zorlayacaklarını düşünüyordum play-off’larda. Ama fikrim değişti, son zamanlardaki açıklamalara bakılırsa yönetim ve koç saçma sapan şeyler yapmayacaklar play-off uğruna. Takım aşağı yukarı beklediğimiz gibi gidiyor. Bazı maçlarda beklemediğim kadar iyi ve akışkan bi oyun izliyoruz ama asıl beklenti dışı olan Doğu’nun hali. Rezil durumda şu an takımlar. O yüzden sezon başı “keşke play-off yapmayıp lotoya yatsak” diye düşünürken şimdi bitim kanlandı, Rose 20 – 25 dakika oynayacak olsa bile konferans finaline kadar gidilebileceğini düşünüyorum. Mühim olan 4. ve 5. sıradan uzak durmak ki ikinci turda Miami’yle eşleşilmesin. Öbür türlü Bulls şu an Miami harici her takımı eleyebilecek durumda.

Şampiyonluk için en gerçekçi hedef 2015 görünüyor ama Rose’un iyi döndüğü bi senaryoda hücumda güvenilir bir şutör – skorer eklemesiyle yarışa dahil olur bu takım. Ben Miami’yi hiç de öyle yenilmez bi takım olarak görmüyorum. Her şeye rağmen büyük defoları var. Geçen sene bile Boston karşısında düştükleri halleri unutmamak lazım. Miami’ye karşı kurt bi hoca lazım. Carlisle ve Rivers gibi. Maalesef Thibodaeu henüz o seviyede değil. Reaksiyonda geç kalıyor, hatta bütün bi play-off serilerinde çözüm üretemediği bile oluyor ama o da tecrübe kazanıyor yavaş yavaş. Rose’suz geçen bu ayların hem takıma hem koça önemli getirileri de olacak. Deng ve Noah özellikle artık çok daha güvenilir iki ele dönüştü. Koç da mühim bi tecrübe edindi. Sakatlık belasından uzak durulduğu takdirde bi dahaki sezonda bile Bulls’un geçen play-off öncesindeki “favorilerden biri” konumuna geleceğini düşünüyorum.


faried, oj mayo, royce white dilenilecek oyuncu tercihlerinle göz kamaştırıyorsun başkan. bu tip top5'leri ve genellemeleri çok yaptığını ve sevmediğini biliyorum ama "nba'de en sorunlu ama kalbi temiz top5" ve "nba'de en sinsi top5" yapabilir misin şanlı spurs'un şanına layık :(


- Royce henüz listede tam anlamıyla yok. üzülüyorum ama. Top 5 çıkarabilir miyim bilmiyorum, bi deneyelim. Sorunlu ama kalbi temizde ilk sıramda tahmin edilebileceği gibi PİİİZLİİ olarak tanıdığımız sinemanın dahi çocuğu Michael Beasly var. İkinci sıra ve yaşam boyu onur ödülü Stephen Jackson’da. Üç Baron Davis. Dört Ben Wallace. Beş elbette Rasheed. Sinsilerde açık ara birinci Dwayne Wade. 2. Dwight Howard. 3. Kevin Durant. 4- Chris Paul. 5- Kevin Garnett.



senin weakside defense'de de derlediğin gregg popovich röportajları ve tahlilleri mevcut ama madem mekan spurs mekanı gregg popovich'in yaptıkları ve yapmaya çalıştıklarını bir daha dinleyelim senden? bu adam mehdi olmasın?


- Bi kere adamın tipiyle özgeçmişine bakınca diyorsun ki “aha tam bi redneck”. Ama bi bakıyorsun ligin en kozmopolit, en renkli takımını yaratmış. Hayatta yanlış yaptığı tek bir konu var, o da düzenli olarak sakal bırakmaması. Sakallı bi Popovich geçen sene şampiyonluğu bırakmazdı, herkesle tartışırım bunu. Bugün bana deseler ki “al sana şu kadar bütçe, basketbolla ilgili bi senaryo yazıp filmini çekecen” ilk iş oturur Popovich – Duncan ilişkisi üzerinden bi hikaye kurgularım. Draft sonrası geçirdikleri haftadan bile şahane bi film çıkar.



gary neal, patty mills, danny green, kuvay-i leonard, matt bonner, tiago splitter ve apaçi blair. spurs'ün muhteşem 3'lünün son şampiyonluğu için basketbolcu yapması gereken oyuncu kaldı mı? nedir son durumumuz ve aron baynes. zaza'ya da gerek kalmadı :)


- Şu an San Antonio’nun son hali hakkında yorum yapacak durumda değilim çünkü bayadır bi türlü maçlarını izleyemiyorum. Ne zaman “bugün Spurs maçı izleyecem” desem bir şey çıkıyor. Aralıkta sakatlıkların da etkisiyle bi tökezleme dışında olabilecek en iyi şekilde gidiyorlar tabii. Büyük konuşmak istemem ama bence Spurs için o sene bu sene. 2011’de Memphis çok nadir denk gelinebilecek bi eşleşme faciasıydı, o yüzden daha ileri gitmek mümkün olmadı. Üstüne Big 3 dışında bi tane bile güvenilir bir parça yoktu. Geçen sene o muhteşem seriden sonra 2-0 başlayınca takım haliyle fazla kendine güvenince işler terse döndü. Rakip batıdan herhangi bi takım olsa yine sorun olmazdı, en fazla iki maç verilirdi ama Kevin Durant gibi bi adamın yanında James Harden ve Festpuruk süper yıldız seviyesinde katkı verince elenmek kaçınılmaz oldu. Bir de Popovich’in kariyerinin en formsuz serisidir herhalde. O da fazla güvendi takıma. Kayıplar gelmeye başlayınca panikledi, serinin ortasında bütün rotasyon değişti. Üst üste o kadar maç kazanmanın öyle bir dezavantajı oluyor herhalde. Paslanıyor insan, işler tersine dönünce reaksiyon gecikiyor.

Bu senenin farkıysa çok daha oturmuş bir rotasyon olması ve Big 3 dışındaki parçaların rolünün belirginleşip tecrübe ve güven kazanmış olmaları. Kawhi ve Green çok net takımın play-off yolunu çizecek isimler ki ben ikisinden de çok ümitliyim. Bir de son şampiyonluktan beri ufak ufak dönüşen “yeni San Antonio” sisteminin bu sene en mükemmel hale geldiğini gösteren gözden kaçak bi istatistik var; takım maç başına 25,5 asistle oynuyor. Geçen seneden 2 fazla, son 10 senenin en yüksek rakamı. Bu da top dolaşımının nasıl otomatiğe bağladığının kanıtı. Tabii en mühim durum sağlık San Antonio için. Sıkıntı hep play-off’ta rotasyon biraz daha daralıp Big 3 35 dakkaları geçince başlıyor. Ama bu senenin son şanslardan biri olduğunun bilinciyle kaldıracaklardır bence. Hele Duncan’ın son 5 yılın en fit halinde olduğunu düşününce tek sorun Manu’yu sağlıklı tutmak olur herhalde.

Aron Baynes hamlesi de şeytanın aklına gelmez arkadaş ya ahah. Mühim bi eksik giderilmiş oldu. Ribaund çekip fiziksel mücadeleden kaçmayacak uzun elzemdi hep konuştuğumuz gibi.



nba'de gm olsan ve 0'dan takım kurman gerekse? hem kadro hem coach.


- Koç seçiminde çok Popovich muhabbeti yaptığımızdan ve özel hayranlığımdan dolayı Rick Carlisle diyerek sürpriz yapayım. Kadrom da şöyle; oyun kurucu – şutör guard – kısa forvet – uzun forvet – pivot ve yedekler. Kötü esprimizi de yaptığımıza göre bi sigara içip sorunun cevabına gelelim. Kadroyu “bana göre pozisyonlarının en iyisi” şeklinde değil de salary cap filan gözeterek kuruyorum;

PG: Derrick Rose; “Başka bişey söylesen şaşardık” dediğinizi duyar gibiyim ama tercihim sevgimden ziyade takım yapısıyla alakalı. Takımda iki tane istediği an potaya gidebilecek adam lazım. Bu işi ondan iyi yapabilen sadece bir adam var ki o da takımımda zaten. Ayrıca maç sonlarını oynamada ligin en iyi iki üç isminden biri. Ayrıca iyi halinde ligin en iyi üç oyuncusundan biri. Ayrıca bu tip listelerde Allah korusun adam ölmüş gibi artık adının hiç anılmamasına çok gıcığım, en azından bu listede olsun. Çok iyi oyuncu olduğunu söylemiş miydim?

SG: Wesley Matthews; Bu pozisyonda önceliğim savunma ve üçlük becerisi. Ligde bu iki işi Wes biraderim kadar iyi yapan adam çok yok. boyu ve fiziği sayesinde 1-3 arası her pozisyonu savunur, boş üçlüğü buldu mu affetmez, takım oyuncusudur. Wesley gibi Wesley.

SF: Lebron James; Açıklama yapmayalım.

PF: Ryan Anderson; Rose ve Lebron’un dış şutundan dolayı burada da terchim üçlükçü ve ribaundçı bi forvetten yana. Anderson da ikisini bir arada en iyi şekilde sunan adamların başında geliyor.

C: Nikola Pekoviç; Aslında ilk tercihim Noah’tı ama maaşı yüzünden yerini Pekoviç’e kaptırdı. Takımın yapısı mobil uzuna daha uygun olsa da Pek gibi bi ayıboğan da lazım bu takıma.

Yedekler:

Ricky Rubio; (çaylak kontratında, ikinci beşi çekip çevirecek adam lazım. Arada Rose’u 2 numaraya çekersek kolay pozisyon yaratır.)

Dion Waiters; İkinci beşin skor yükünü çeksin.

Chandler Parsons: Her tür pis işi yapar. Lebron’u 4’e çektiğimiz zaman da süre alır.

Luis Scola: Rubio’yla beraber ikili oyunlarda coşar.

Nikola Vuceviç; Sezon sonu Pek’e kontrat veremeyeceğimiz için yavaş yavaş ilk 5’e ısınsın.

Cap’i biraz aşmışızdır ama bu kadro için de değer. Üç kulvarda her kupaya talibiz.



2003 yılında avrupa basketbolunun ajanı olarak nba'e adım atan darko milicic'den bu yana hayli zaman geçti. senin izlediğin en iyi avrupalılar, nba'e gelmesi gereken avrupalılar ve bu adam da neciymişler kimler?


- İzlediklerimden başa sararak sıralarsam Toni Kukoç ve Arvydas Sabonis en mühimleri. Özellikle Sabonis’i kariyerinin sonlarında bile olsa izlemek bugünün Jovo’su gibi çok büyük keyifti. Son dönemden en mühim isim Marc Gasol. Bu aralar Hollinger uğursuzu yüzünden Memphis’te işler çok ters gidiyor ama Marc çok başka bi adam. Noah’ı yabancı sayarsak o da benzer şekilde fakat Noah hiç Amerikalı değilmiş gibi durmadığı için pek adı geçmiyor bu tip listelerde. Bu arada bi itirafta bulunayım, ben eskiden Steve Kerr’i Avrupalı sanardım. Çocukken Kukoç dışında aklımda yer edinen tek beyaz basketbolcuydu ve bu yüzden Amerikalı olmasına ihtimal vermiyordum. Gerçi hala çok saçma beyaz Amerikalı basketbolcu. Bi gün Nba’in başına geçersem beyaz Amerikalı kotası koyarım. Neyse, ne diyorduk. Nowitzki elbette. İki Nikola, özellikle Pekoviç son dönemden özel sevgi beslediğim isimlerden. Pau’yu gençken Memphis sempatizanı olduğumdan severdim.

Avrupa’yı yakından takip edemediğim için söyleyebileceğim çok enteresan isimler yok Sariç, Gentile, Hezonja gibi malum gencolar dışında. Daha kısa vadede geleceklerden zaten Amerika’da oynasa da Alex Len var. Üç dört maçını izledim, büyük potansiyel olmasa da kalite bi uzuna dönüşebilir. Sen tiksiniyorsun ama Sergio Llull Houston’a gelse şahane olur ama Real’le sözleşmeyi uzatıp tamamen kapamış herhalde Nba defterini. Fenerbahçe’de “Turkish Kenyon Martin” lakaplı İlkan diye bi çocuk var bi de onu çok övüyorlar : ( Yeri gelmişken söyleyelim İlk Kan çok güzel filmdir, artık kanalarımız niye Sylvester Stallone ve CANKILADFANDAM filmlerini yayınlamıyorlar?



avrupa basketboluna çok az vaktimiz kaldı ama işimiz de yok zaten :) obradoviç mi messina mı? ataman mı mahmuti mi? zor soruyla başladım herhalde :) peki sence rotasyonla oyunu farklılaştırmak mı yoksa oyunculara güvenip onları parkede tutarak kolej takımı havasıyla mı başarı daha kolay gelir?


- Obradoviç. Messina’da çok yanar döner dayı tipi yok mu ya? Ortalardan kaybolduktan sonra arada eve gelip anneden “ya abla çok güzel bi yatırım şansı var, az biraz sermaye lazım işte” diye para tırtıklayacak filan. Yani borç para versen “ya üçün beşin hesabını mı yapıyon kanka aybediyon” diyip üste çıkar kesin. Obradoviç’e borç versen haftasında geri verip özür üzerine özür diler. Bu sorunun altına iki koçun resimlerini koyun da ne kadar haklı olduğum anlaşılsın : (




Abi hep yazıp çiziyorsunuz Mahmuti – Ataman konusunda, size katılıyorum o konuda. Yani hedefim bir sistem takımı yaratmaksa ve bütün ipleri koçun eline vereceksem Mahmuti. Beklemeye tahammül yoksa ve kısa süreli bi risk alıp yatırım yapacaksam Ataman. Maç içi hamleler konusunda yine Ataman. Oktay hocanın geçen sene bizde, bu sene Efes’te ikileme düştüğü bi nokta var. Hem bütün oyuncuların belli bir disiplin içinde oynamasını, sisteme sadık kalmasını istiyor hem de maç içi hamlelerde esnek davranmayıp oyunun kitlendiği anlarda oyuncuların insiyatifine kalıyor. Ya topçuya daha çok özgürlük vermesi lazım ya da kendisinin esnek olması lazım. O açıdan Ergin hoca önde tabii. Fakat o da çok çabuk demoralize oluyor. Yani sezon sonu ne olur bilemiyorum ama Ergin hocanın Fener maçındaki halini affetmek benim açımdan biraz zor olacak. Ya ne zor olacak, sezon sonu şampiyonluk gelsin Müslüm Gürses bandaları gibi Ergin Ataman bandanası yaptırıp sokağa ilk fırlayan ben olurum kimi kandırıyorum : (

Ben oyunculara güvenme taraftarıyım. Bu biraz eldeki malzemeyle alakalı ama her şartta belli bi çekirdeği hep oyun içinde tutmak daha mantıklı. En azından Nba’in aksine çok daha az maç yapılan Avrupa’da öyle olmalı bence. Bunun için güvenebileceğin oyunculara sahip olmak lazım tabii. Ama ben daha işler ters gidiyor diye sürekli rotasyon yapıp deneme yanılma yolunu seçen hiç bi yapının başarılı olduğunu görmedim.


bu sene galatasaray'ı izlemişsindir. hatta jamont gordon'u jamon gordon'a tercih ettiğini de biliyorum :) durağan hücumlar ve fiziksel üstünlükle kazanmaya çalışan güzide takımımızın sana göre eksikleri ve çareleri neler? tbl'de şampiyonluk için anahtar ne olur?



- Hahah bu soru çok güzel zamana denk geldi, düne kadar Jamont’tan hala umutlu olan az insandan biriydim. Gerçi tek maç üzerinden konuşmanın anlamı yok dünkü oyunlar otomatikleşmedikçe Jamont’un bu düzende taca çıkması hep olası ama ölü halinde bile Jamon’a tercih ederim : ( Ben Oktay hocanın Jamon’a bu kadar güvenip takımının temel istasyonu haline getirmesini başarısızlıklarının temeli olarak görüyorum. Jamon her takıma lazım bi adam fakat bu kadar topla oynayıp oyunu kurduğu takımların başarılı olma ihtimali yok bence. Yani elde Farmar ve Kerem varken ona bu rolü vermek Chris Paul varken Caron Butler’a o rolü vermek gibi. Neyse, durduk yere adama bok attığıma göre soruya geçebilirim.

Sizin Kızılyıldız maçı öncesindeki postta herkes şahane özetlemiş zaten durumu. Temel sebep Ergin hocanın boşvermişliğiydi düne kadar. Fener maçındaki hali Arroyo transferinin bitmemesine yormuştuk ama sonraki haftalar da aynı durum devam edince ben başka şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Yani Ataman istediği transferler olmuyor diye bu kadar koyverecek bi adam değil, tersine bundan başka türlü bi motivasyon çıkarır normalde. E bizim kulübün de pek temiz bi sicili yok iş içleri mevzu olunca. Kesin bilmediğimiz bişey vardı bence ama umuyorum ki dünle beraber Ataman normale dönmüş olsun.

Dün maçı izleyemedim, bu günün tekrarını seyrettim. Sonunda doğru oyunlar çizilmeye başlanmış. Dediğin gibi en büyük sıkıntı durağanlıktı. Gordon’a uygun pozisyonlar yaratarak adamın artılarını öne çıkaran oyunlarla bundan kurtulunmuş. Ayrıca doğru yerde topu aldığında birebirde ne kadar iyi bi bitirici olduğunu gördük. Gordon’u bu şekilde kullanmak sezonun devamı için en belirleyici şey zira Hawkins ve Arroyo’nun az çok ne vereceklerini biliyoruz. Tabii Kızılyıldız da çok zayıf göründü. Diğer maçlarını izlediğimiz için bu zayıflığa biz mi sebep olduk bilemiyorum ama ikna olmak için bu maça benzer bi iki maç daha oynamak lazım. Gordon dışında bence en azından ligde fark yaratabilmek için ne yapıp edip Furkan’ı temel yapının parçası haline getirmek lazım. Eldekilere oranla daha dinamik bi oyuna geçişi sağlayabilecek tek uzun o. Ve geçen seneki Union Olimpia maçındaki Furkan’ı hatırlayınca bu kadar kolay vazgeçmek büyük haksızlık olur. Hem ona hem takıma. Eğer Gordon ve Furkan rotasyonun temel elemanları olabilirse motivasyonu yerinde bi Ataman’la hedeflere yaklaşmak çok zor değil bence.



nba için istediğim takım kurma olayını avrupa için de isteyeceğim. 6 yabancılı 6 yerli hadi birde devşirmeli öyle bir kadro var mıdır ki euroleague'de f4'ü güle oynaya kazansın?

- Ohoov, abi çok zor bu. En iyilerini saymayı geç 12 tane Avrupa’lı basketbolcu tanımıyorum ben ya : ( Yine de güzel hatrın için deniyorum; Spa –– Llull – Planinic - Khryapa - Mirotiç- Tomiç – Kenan – Ender : ( - Muratcan – Preldziç – Furkan – Kerem G. – Cenk : (



hocam son olarak güncel konulara parmak basalım diyorum. bu üstadlık makamı için ne diyorsun. kimler bu makama nail olabiliyorlar ve üstad olmak isteyenlere bir çıkar yol göstermeni istesek.

- Misal bu röportajla beraber ben gerçek bir üstad oldum zira sağlıklı bi insan kendisine böyle bi talep gelse “ahahahah ne röportajı lan? Benle bi insan niye röportaj yapsın?” diye tepki verir fakat ben hemen kabul ettim. Üstadlığın birinci koşulu kendini bilmemek çünkü. Sonraki koşul twitter’da her konuyu herkesten iyi bilmek ve üslubunuzla bunu hissettirmek. Çoğunluk ne düşünüyorsa bekleyip tam tersini söylemek. Bizim bu üstadlık mevzuunda sadece eskilerden bi ağabeymizi tiye aldığımız sanılıyor ama aslında çok daha fazla insan var dalgasını geçtiğimiz. Tivitırda herkes üstad aslında neredeyse.



tek soru tek cevap;



gece 12 ve sabah 5 arası

- Neredeyse 10 yıldır nefes alıp verdiğim zamanlar. Gerçi uyurken de nefes alıp veriyoruz ama cevabı değiştirmeyecem şimdi. Gece uykusundan tiksinenler için en güzel zaman.


sorumluluk

- Ehheh. Hayatta el yakan topu kullanmaktan kaçınmak en güzeli. Hata yaptığın an cezayı kesecek bi orospu çocuğu hep bulunuyor çünkü etrafta : (


bedelli askerlik

- Seth’in bedelli duyumcusu var. Benim televizyonda izlediğim haberi üç gün sonra adama duyum diye geçiyor mınakoyim.


twitter

- Sözlük ve blogların sonunu getirmesiyle çok mühim bi icat. Fakat tahminim odur ki bundan 5 sene sonra “lan zamanında ciddi ciddi 140 karakterde fikrimizi aktarmaya çalışıp zamanımızı öyle bi sitede geçiriyorduk ahahahahah” diyecez.


en büyük pişmanlığın 

- İnsanlara gereğinden fazla değer vermem ahahah. Lan bu nası soruymuş. Pişmanlık çok da barışmayı öğrendim bi süre sonra hatalarımla. Başka türlü çekilecek gibi değil.


galatasaray sözlük

- Artık diyecek pek bişeyim yok orayla ilgili. Bi iki iyi insan tanıdık en azından.



1 yorum: