hazır mıyız? o halde başlıyoruz.
f8'e kadar barcelona.
marcelinho huertas-victor sada-jacob pullen-juan carlos navarro-brad oleson- alex abrines-kostas papanikolau- bostjan nachbar- erazem lorbek- todorovic- hezonja - maceij lampe- ante tomic- joey dorsey
geçen sezondan saras, cj wallace, joe ingles, pete mickael, nathan jawai gibi oyuncularla veda ederek başladı yeni sezona. pullen, kostas papanikolau, nachbar, lampe, dorsey geldiler. ayrılanlar pek şaşırtmamıştı sezon başı ancak kadroya yeni katılan oyunculardan sistem içinde nasıl verim alınacağı epey soru işaretleri yaratmıştı. özellikle uzun rotasyonuna yapılan bostjan nachbar, maceij lampe gibi hücum gücü çok yüksek, savunmada kaçak, hücumun üzerlerinden dönmesini çok isteyen oyuncular nasıl bir rotasyonla oynayacak, roller nasıl paylaşılacak sorularına cevap bulmakta epey zorlanmıştık. yönetilmesi bu zor kadroya yetenekleri çokça tartışılır bir koç olan xavi pasqual'in nasıl söz geçireceği, nası hepsini mutlu edeceği epey büyük soru işaretleriydi.
her ne kadar barcelona top 16'da grubunu rahat bir şekilde lider olarak bitirmiş olsa da bu tablonun pek değerli bir tablo olmadığı kanaatindeyim. form bulmakta zorlanmış hatta bulamamış bir olympiakos, büyük hayal kırıklığı olan fenerbahçe ülker, aslında bu kadar performans göstermesi bile beklenmeyen milano grupta barcelona'ya sorun yaratacak ekipler değildi. ve esas mesele barcelona bu periyotları boki ve lampe'yi takıma adapte etmeyi başaramadan geçirdi. bir başka yönden bakılırsa da belki koç pasqual buna cesaret edemediği için barcelona beklediğim afallamayı henüz yaşamadı bu sezon. zira navarro, nachbar, lampe üçü de hücumun kendileri üzerinden dönmesini bekleyen, savunmaları çok zayıf ve takım oyununu bozan karakterler. normal şartlarda böyle bir oyuncun olsa falsolarını bi şekilde kapatırsın artıya geçersin, iki olursa koça bir tarafından ter akıttırır gece yatarken, üç olunca... nitekim yurolig arenasında lampe ve nachbar'ın sürelerini artırmaya, onlara özgürlük vermeye hiç cesaret edemedi xavi pasqual. bu iki pahalı isimden hiç verim alınamadı neredeyse. mart ayında acb'nin mvp'si olan lampe aynı ay euroleague'de 5 dk ortalama görmedi. lan bi dakka! uzun rotasyonunda geçen sezon kontratın üzerine yatıp takımı satan lorbek de var? çok zengin ama tomic dışında hepsi soru işaretinden oluşan uzunlarla dolu bir takım.
tomic demişken barcelona'nın şu ana kadar en iyisi olduğunu hemen belirtelim ve bir paragraf övgü dizelim. istikrarını sezon boyunca hiç kaybetmedi. ortalama 22 dk oynayıp oynadığı dakkaların hakkını fazlasıyla verdi. hücumda en güvenilir opsiyon, savunmada ortalamanın üstünde. maçın önemi farketmeksizin aynı motivasyon ve iş ahlakı ile parkede görevini yaptı. yuroligde sezonun en iyi 5 numara performansı tomic'ten dersek yanlış olmaz herhalde.
kısalara geçelim ve benzer bir garipliği burda da görelim. oranın sinan güler'i olan victor sada hala takımda ciddi dakikalar alıyor. yaptığı bir gariplikten sonra üç adet sada ismini yan yaza yazıp sadasadasada şeklinde random gülebilmemize fırsat veriyor. uzunlara bu kadar yüksek yatırım yapılırken hala yetenek fakiri sada'nın ciddi süreler aldığı guard rotasyonuna sahip olmak başarı. katalunyanın iç işlerine karışmak gibi olmasın ama içinizde katalan lobisinin inlerine girin, liyakati ön planda tutun biraz artık. kenarda, fırsat verin de kendimi göstereyim diye bağıran jacob pullen var, ona yazık. siz bilirsiniz yine tabi.
3 numarada pete mickael'ın yerini tam dolduramamış, oly'deki tempolu set hücumunu barcelona'da tam bulamayarak performansını tam gösterememiş bir kostas papanikolau var. şüphesiz çok yetenekli bir takım oyuncusu ve sezonun geri kalanında vites artırması muhtemel. ancak barca'nın pete mickael'ı aradığını söylemek lazım. tutkal yönü, alçak post dahil çok çeşitli skor üretebilmesi, liderliği ile çok önemli katkı sağlıyordu. k pap henüz yerini tam doldurabilmiş değil.
navarro'su var bu takımın bu arada :(
elbette barcelona çok güçlü, elbette galatasaray karşısında mutlak favori. ancak real madrid, cska, olympiakos, barcelona arasından f8'de birini rakip olarak seçme şansım olsa barcelona'yı seçerdim. hala adapte olamamış çok fazla parçası var. sıkıntılı bir kadro mühendisliği ile kurulmuş. koçları avrupa'nın zayıf koçlarından. biz de umut etmeyi seviyoruz, umut etmek gerektiğini yaşayarak öğreniyoruz.
decoburak
şimdi sözü paez'e bırakıp köyümün yağmurlarında duş almaya gidiyorum :d
barcelona kimdir?
barcelona prensipleri olan, oyun kurgusu oturmuş ve küçük detaylarda çalışılmış inceliklerle fark yaratan istikrarlı bir takım. xavi pasqual'le yıllardır takım savunması ve set offence derinliği anlamında euroleague'in en iyi takımı olarak hep tepeye oynadılar.
ancak yıldan yıla mevcut sistemi özellikle bazı noktalarda ki yine özellikle bu sezon geliştiremediler. hadi geliştirmeyi bir yana bırakalım biraz sorunlu hale getirdiler. özellikle takımın kısa rotasyonunda pete mickeal'in ayrılmasından sonra yaratıcı oyuncu noktasında ben geriye gittiklerini düşünüyorum. kısa rotasyonunda pullen - navarro dışında birebir oyun oynayabilecek oyuncuları yok. bu da onların sistem dışına çıktıklarında çoğu zaman ellerini kollarını bağlıyor.
uzun rotasyonunda geniş ama sanırım biraz fazla geniş bir kadro kurdular. lampe - nachbar - dorsey eklemelerinden çok fazla verim alabildiklerini, oyunlarını çeşitlendirebildiklerini söylemek zor. dorsey tomiç'i çok iyi yedekliyor, çok iyi bir ribaundçu, fiziği sayesinde çok iyi perdeler yapıyor ama hücumda uzun odaklı oyunlarda ana parça olması çok zor. lampe de çok çok iyi bir hücumcu ama hangi pozisyonu oynarsa oynasın savunmada yarattığı gedik 10-12dk oynatacağın bir oyuncu için fazla derin. ki o süreler için o kadar para bayılmanın da manasını çözmek zor.
barcelona nedir?
barcelona çok fazla huertas - tomiç eksenli bir takım. ancak bunu yapmak için tek bir yol seçmiyorlar. rakibe göre pozisyon alıyorlar. kimi zaman tepe pick&roll'ünü kullanıp tomiç'i devrilirken buluyorlar, kimi zaman ise tomiç'in forvette perde getirdiği oyuncuyu topla buluşturup ondan tomiç'e indiriyorlar. kimi zamansa gelecek yardımlara önlem almak için 4 numaradan topu indiriyorlar. ama asıl hedef her zaman tomiç.
bunu yaparken perde oyunlarını müthiş oynuyorlar. 4 ve 5 numaraların perdelerinden çıkan kısaları takip etmek çok zor. hangi tarafı oynayacaklarını kestirmek de. kısalar screen oyunlarını çoğu zaman şut için kullanmıyorlar bu da rakip savunmayı yıldıran etkilerden biri. siz topa doğru saldırırken aslında onların hücum seti devam ediyor ve daha doğru pası oynuyorlar. bu sabırlı hücum olayını çoğu zaman abartsalar da rakip için oldukça sinir bozucu.
takımda roller ve rotasyon çoğunlukla belli. fakat sezon boyunca da yaşadıkları en büyük problem olan ekstra skorer yaratmadaki sıkıntıları halen mevcut. oyuncu bazlı bazı problemlerden dolayı fiziksel dezavantajları da düşününce hem hücumda hem de savunmada genellikle sete set kalmayı istiyorlar. bunun içinde rakibe ikinci şans sayısı vermeyi hiç istemiyorlar.
potaya gitmek için birebirde rakiplerini yenecek yeteneklere sahip değiller. bunun yerine potaya gidişlerde perdeleri kullanıp kısalar için koridor açıyorlar ve özellikle huertas - navarro ikilisiyle bu koridorları kullanıyorlar. diğer bir önemli hücum silahları top tomiç'e indiğinde onun pasörlüğünden faydalanmaları. bunun içinde özellikle k-pap'ın backdoor cutlarını silah olarak kullanıyorlar.
özetlemek gerekirse k-pap'ın back-door cut'ları ve köşe şutları, navarro'nun ikili oynayıp potaya her an şut gönderebiliyor oluşu, lorbek'in yüksek post şutları, boki nachbar'ın dışa açılmaları, tomiç'in hem p&r sonu hemde post oyunuyla potaya yakın yerlerde muazzam bitiriciliği, pullen ve lampe'nin çoğu zaman düzen dışı skorer kimlikleri onlar adına hücumun skora yansıma biçimleri.
müdafaa ;
eğer barcelona'yla oynarken siz kendi oyununuzu oynayın biz de kendi oyunumuzu derseniz muhtemelen seri 3-0'da biter ve her maçta 100-60 gibi bir skor oluşur. onları olabildiğince düzen dışına çıkartmak şart. özellikle 1-5 oyunlarını.
- forvetlerden oynadıkları ikili oyunlarda genellikle kısaların potaya doğru hamlelerini görüyoruz. bunun içinde bu oyunlarda karşılarında kalmak çok önemli. bu durumlarda adam değişerek savunma onları seti bırakıp birebir oynamaya sevk edecektir ki aslında bizim istediğimiz şey de bu olmalı.
- tomiç'i potaya yakın post oyununda kullandıkları hücum setlerinde tomiç perdeyi koyduktan sonra topu almak istediği yere doğru hareketleniyor. burada akıllı davranıp daha tomiç topu almadan onu olabildiğince potadan uzağa ittirmek şart. çünkü potaya yakın o topu aldığı an hiçbir şansımız kalmıyor.
- sada'nın yönettiği hücumlarda olabildiğince kapanmak şart. bu riski aldığımızda o şut soksa bile diğer parçaları oyuna dahil edemedikçe işimize gelecektir.
- savunmada onların karşısında kalabilmek adına tüm savunma stratejilerini kullanmak şart. bunun için gerekirse eşleşmeli alan savunması - ki ihtiyaç halinde macvan'ı 3'e çekerekten - gerekirse de 2-3 zone denenebilir. onları belli bölümlerde de olsa düzen dışına çıkartmak şart.
- huertas'ın savunmasında mutlak suretle en iyi pick&roll savunmacımızı kullanmalıyız ki bu da markoishvili. umarım huertas'ı göksenin yada sinan'la tam sahadan tutmaya çalışmalıyız ki bunu değerlendirmeye başlarsa efsane maçlar çıkartabilir huertas. hızlı geldiğinde ne kadar tehlikeli oyuncu olduğunu biliyoruz.
taarruz ;
- barcelona savunmada yerleşim ve yardım konusunda usta işi bir takım olmasına rağmen tek tek oyuncu bazında bakıldığında savunma defolarına sahip bir takım. özellikle navarro - lorbek ikisinin hem penetre hem de ikili oyun zafiyeti kullanılabilir. ki özellikle hareketli 4 numaralara karşı barcelona'nın çok büyük zaaf yaşayacağını düşünüyorum.
- pota altını korumak konusunda tomiç ve dorsey'le çok fazla sorun yaşayacağını düşünmesem de barcelona'nın potaya yapılan penetreleri savunmakta zorlandığı gerçeği var. eğer buralarda penetre + pas tercihlerini bilinçli yapar, doğru şutu bulursak hücumda en büyük artıyı sağlarız.
- ismail şenol barcelona kısaları için perde oyunlarını takip etmekte zorlanıyor tespitini yaptı. bu aslında üzerinde durulması gereken bir savunma sorunu onlar adına ama sadece domercant'ın screen'ini kullanarak bunu avantaja çevirmek oldukça zor. ancak ergin ataman'ın özellikle bu sene kullandığı domercant'ın screenden çıkmayı denerken rakip uzunun ona konsantre olmasını sağlayıp -resmen feyk atarak- perdeyi yapan erceg'i dışa çıkarttığı hücum setlerini, veyahut screen oyunlarını her iki taraftan aynı anda kullanarak ( domercant - marko ) bir avantaj sağlayabiliriz.
- barcelona'nın transition savunmasında da sıkıntılar mevcut. özellikle huertas-navarro-lorbek/lampe'li 5'lerde geri dönmekte oldukça sıkıntı yaşıyorlar ki bunu çoğu maçta gördük. ancak bizim hızlı hücum elemanlarımız olmadığı için ve hızlı hücum çıkışlarında top kaybına tahammülümüz olmadığı için çok fazla kullanabileceğimizi sanmıyorum.
- sada'nın oyunda olduğu bölümlerde topu kimin getireceği de bizim için sorun teşkil eden bir konu. burada ender - arroyo ikilisine dönmek herkesin tercihen kabullendiği bir durum ancak ender - arroyo ikilisinin beraber parkede olduğu dönemde yaşadığımız sorunlar daha büyük sıkıntı. hücumda sorumluluk paylaşımını iyi yapamadığımız için top sadece guardlar arasında paylaşılıyor ve bu da hücumda durağanlığa itiyor bizi. bu yüzden bu konuda daha farklı bir tercih görebiliriz.
toparlayacak olursam ben barcelona'ya karşı topun huertas'tan çıkıp forvetleri daha çok birebir oynatmaya teşvik edecek bir savunma ve hücumda bireysel olarak savunma zaafı yaşayan oyuncuların üzerine şekillenmiş bir hücum ve maçın her anında diri ve savaşan bir takım bekliyorum.
paezbloyd
yetmedi ongun'a da sorduk dedik ongun madem askere gidiyorsun hadi senin hayalini gerçekleştirelim. gel şanlıspurs'te yaz...demez olaydık. söz ongun'da:
- öncelikle şanlı spurs'te yazmaya meraklı değildim paez'in yoğun ısrarları olmasa buraya adımı atmazdım. bunun için para aldığım iddiası da doğru. yalan söylemeye gerek yok. halk gerçekleri öğrenmeli :(
- barcelona büyük takımlar arasında eleme ihtimalimizin en yüksek olduğu takım. iyi eşleşme, papanikolaou boş topçu.
- barcelona'nın organizasyonunu mutlaka kısıtlamak lazım. organizasyon derken ne demek istediğimi bilmiyorum ama bunu yapmak lazım. yoksa kötü şeyler olabilirmiş.
- huertas bu takımın beyni. navarro falan diyenler var onlar basketboldan anlamayanlar. hele huertas'ın oyununu beğenmeyenler de var ki onlara basketbol tanrısından bruce bowen tekmesi diliyorum.
- serinin sırrı kısalar. huertas - navarro'yu savunmak lazım. hadi navarro'yu geç huertas'ı savunmak lazım. ha savunamazsın o ayrı konu ama savunmak lazım.
- barcelona'ya yediğimizin fazlasını atamayız, attığımızdan azını yemeliyiz.
- pick and roll, show-up, eşleşmeli alan falan bunlar boş şeyler. barcelona'dan daha fazla serbest atış çizgisine gidersek, üçlük yüzdemiz kabul edilebilir seviyelerde kalırsa her maçı çalabiliriz.
- ki size hemen tüyo da vereyim. barcelona'da oynanacak maçlar için iddaa'da banko iki seçeneğini işaretliyoruz. yenilsek bile maçtan kopmayız. ergin ataman takımın dağılmasına asla izin vermez. karşısındaki adam pasqual. cebinden çıkarır, tekrar sokar, tekrar çıkarır ataman o elemanı.
- çok uzatıp basketbol bilgimin ışığıyla sizleri kör etmek istemem. basketbol emektir. bülent ecevit > michael jordan.
ongun karataş
TARAFTARIN HULKİ ABİSİ
Okuldan geliyorum. Üstüm başım toz içinde çünkü dolmuştan indikten sonra arkadaşlarla kim kimi döver iddiasına girdik ve bunun sonucunda biraz güreştik. Arada ibnenin biri kafama çantayla vurdu ama kızmak yerine gülüyoruz böyle şeylere çünkü erkek çocuk olmak bunu gerektiriyor. Zaten ne kadar çocuğuz onu da bilmiyorum, ebatlarımıza bakılırsa çocuğuz, cırtlak seslerimize bakılırsa çocuğuz, yol ortasında güreşebildiğimize göre çocuğuz ama güzel bi kız görünce bedenimizde hakim olamadığımız gelişmeler de oluyor, belli ki zorlu bi süreç başlıyor bizim için ve bu yüzden birbirimize küfür ediyor, dıravdan hikayeler anlatıyor, tekme atıyor ve gülüşüyoruz. Bu elit zevklerin dışında benim bir keyfim daha var; okuldan dönünce alelacele toz içindeki okul formamı çıkarıp hızla yemek yiyip ödevlerimi yapmama neden olan; basketbol.
Birazdan CINE5’te yayınlanacak iki maç var ve ben bütün gün okula bu maçların, özellikle bir maçın heyecanıyla tahammül ettim. O maç Galatasaray maçı değil. Milli maç değil. NBA maçı değil. Ülkerspor’un maçı. Çünkü basketbolun beni yolda arkadaşlarla güreşmek kadar heyecanlandırabilmesinin nedeni Michael Jordan ya da İbrahim Kutluay değil, Michael Anderson diye bir adam. Odamda gaste kağıda posteri Hagi’yle yanyana duruyor. Gerçi Anderson artık Ülkerspor’da oynamıyor. Hatta Anderson’ın yerine gelip kısa süreliğine yokluğunu unutturan Jerome Allen bile takımda değil. Yine de çocukluğumun bedenimin bazı bölgelerine hakim olabildiğim günlerindeki heyecanla takip ediyorum takımı. Galatasaray’ın basketbol takımıyla herhangi bir ilgim yok, tek bir oyuncusunu bile bilmiyorum. O takıma dair bildiğim tek şey Ülker’e gelen Quadre Lollis’in oradan gelmiş olması. Daha o yaştan karakterimin sevinmek için sevmeye göre programlandığını görmek kötü ama yapacak bir şey yok, ligde sadece Ülker, Efes ve Tofaş var ve geri kalanlar figüran bile değil, Hababam Sınıfı’ndaki tek replikli oyuncular gibiler. Yüzlerini görebiliyoruz ama seslerini duymanın imkanı yok.
O yüzden bana basketbolu sevdiren Michael Anderson’ın takımına bağlılığım sürüyor. Hem fena takım değil. Goljoviç var, kaptan Harun var, asi görünüşü nedeniyle çok sevdiğim Sarıca var, pota altında genç yetenekler Kerem Gönlüm’le wonderkid Zaza var, diğer genç yetenekler Tutku, Muratcan, Mustafa Abi var. Var oğlu var yani. Tamam Asım Pars da var ama o kadar kusur olur, nazar boncuğu niyetine. Ülker Euroleague’de sonunda gruptan çıkmış top 16 oynuyor. Yıllarca ligi domine eden takım Avrupa’da bir türlü başarı yakalayamıyor. Efes’in yanına bile yaklaşamıyor. Biraz futboldaki Galatasaray – Fenerbahçe gibiler ama tabii ben bunun farkında değilim o zaman. O yüzden Ülker’in ilk gruptan çıkmış olması büyük iş. Zaten zamanın iklimi buna müsait, futbolda UEFA ve süper kupa kazanmış, Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final oynamış bir ülke artık Türkiye, basketbolda da başarılar bekleniyor. Bu heyecanla oturuyorum maçın başına ama olmuyor. Efes kazanıyor, Ülker kaybediyor. İki hafta sonra yine heyecanla oturuyorum ama yine olmuyor. O zaman top 16 sistemi farklı, nasıl olduğu hakkında zerre bi fikrim yok ama bunun önemi de yok, izlediğim her maçını kaybediyor Ülker. Ben de böylece yavaş yavaş rotayı NBA’e kırmaya başlıyorum, çünkü sevinmek için sevmişim, Michael Anderson da yok. Çocuk yaşta Beşiktaş deplasmanında bile Ülker atkısıyla desteklediğim takımdan ufaktan kopuyorum ama yine olması gerektiği gibi Galatasaray basketbol takımına doğru olmuyor bu kopuş. Galatasaray basketbol takımı diye bir şey benim için yok. Aslan yürekli kızlarımızın birkaç gün önce kalbini kırdığı bi hanımın da dediği gibi “Galatasaray yok”.
Sonra zaman makinesine biniyorum, arkadaşlarla yol ortasında güreşler bitiyor, sınıflar geçiyorum, takdir teşekkür alıyorum, takdiri bi puanla kaçırıp kimyacıya sövüyorum, okullar bitiyor, sınavlara giriyorum, sınavlardan çıkıyorum, Ülker Fener oluyor, Chicago Bulls çöküyor, Celtics geri dönüyor, Derrick Rose geliyor, Dee Brown geliyor, Cafe Crown, Medical Park falan filan derken göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman içinde dün olmayan Galatasaray son lig şampiyonu apoletiyle Euroleague grup maçı değil, Top 16 değil, son sekiz yani çeyrek final maçına çıkıyor. İnsan bir şeyleri yaşarken günün hay huyunda herşeye kolayca uyum sağlıyor, çabucak alışıveriyor ama şu yazdıklarımı tekrar okuyunca 10 sene öncesinden bugüne gelinen noktayı algılamak daha zor oluyor. Tekrar yazıyorum; Galatasaray basketbol takımı Barcelona karşısında Euroleague çeyrek final serisine çıkıyor. Üstelik sezon içerisinde as kadrosunun yarısını kaybetmişken, iyi şeyler de yapan yönetim belli noktadan sonra zaafiyet göstermeye başlayıp şubeyi kendi haline bırakmışken, sürekli rakibin takımın çeşitli oyuncularına şu kadar milyon dolar vereceği konuşulurken oluyor bu.
Bunları sadece salakça bi nostalji hissiyle “vay be nerden nereye ha” demek için yazmadım. Paez seri öncesi benden de yazmamı isteyince kendimle yüzleşmek durumunda kaldım. Bu sezon Euroleague’i çok fazla izlememiştim ama dahası Galatasaray’ı pek izlememiştim. Bazı malum konular yüzünden yaşadığım soğukluk nedeniyle son dönemde mesafe girmişti takımla arama. Hatta rakip Barcelona’yı bile son dönemde daha fazla izlemiştim. Böyle bi durumda şakayla karışık olsa da “sevinmek için seviyor” olma durumundan utanmamama rağmen oturup takım üzerine teknik analiz yapmak iki yüzlülük olurdu. Üstüne artık takımdan çok adam tutmaya başladığımı fark ettim. Mesela haftasonu kadın takımımız o büyük zaferi kazandığında tarifsiz bir mutluluk yaşadım ama bir yandan da keşke Augustus da şu takımda olsaydı dedim, veya bu sene hiç oynamamasına rağmen Esra’nın Eurocup kadrosundan sonra bu kadroda da olmasından mutluluk duydum. Selçuk İnan kötüyken futbol takımının iyi gittiği günler bile biraz yarım oluyor benim için. Kewell’lı kadroyla geçilen Bordoaeux maçı sezonu her açıdan hüsranla bitse de geçen seneki Schalke çeyrek finalinden daha değerli gözümde. Hiçbir Galatasaray kadrosunun Ujfalusi, Melo, Selçuk, Semih, Elmander’in bir arada oynadığı sezonun yarısı kadar mutluluk vereceğini sanmıyorum ileride.
Örnekleri çoğaltabilirim ama gelmek istediğim yer şurası; ben çocukken sadece bir oyuncuyu sevdiğim senelerce bir bisküvi firmasının takımını destekledim. Sadece bir oyuncu yüzünden aidiyet duydum, basketbolu sevdim. Şimdi bu takım bahsettiğim soğukluğa neden olmuş olsa da Ergin Ataman’ın liderliğinde Arroyo, Ender, Furkan, Erceg, Cenk, Macvan gibi oyuncularla Avrupa’nın zirvesinde tek Türkiye takımı olarak kulüp tarihinde olmayan, rakip takımın kat be kat para dökerek bir kere yakalayabildiği bir başarıya ulaşmış durumda. Arroyo sayesinde futboldan başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen 8 yaşında bir çocuk eline basketbol topu alacak belki, uzun boyu yüzünden dalga geçilen 14 yaşında bir çocuk kendini Furkan’la özdeşleştirecek, yolu Abdi İpekçi’den geçmeyecek tonla insan bu adamlar sayesinde hayatında ilk kez maça gelip şubenin daimi takipçileri olacak belki.
Okuldan geliyorum. Üstüm başım toz içinde çünkü dolmuştan indikten sonra arkadaşlarla kim kimi döver iddiasına girdik ve bunun sonucunda biraz güreştik. Arada ibnenin biri kafama çantayla vurdu ama kızmak yerine gülüyoruz böyle şeylere çünkü erkek çocuk olmak bunu gerektiriyor. Zaten ne kadar çocuğuz onu da bilmiyorum, ebatlarımıza bakılırsa çocuğuz, cırtlak seslerimize bakılırsa çocuğuz, yol ortasında güreşebildiğimize göre çocuğuz ama güzel bi kız görünce bedenimizde hakim olamadığımız gelişmeler de oluyor, belli ki zorlu bi süreç başlıyor bizim için ve bu yüzden birbirimize küfür ediyor, dıravdan hikayeler anlatıyor, tekme atıyor ve gülüşüyoruz. Bu elit zevklerin dışında benim bir keyfim daha var; okuldan dönünce alelacele toz içindeki okul formamı çıkarıp hızla yemek yiyip ödevlerimi yapmama neden olan; basketbol.
Birazdan CINE5’te yayınlanacak iki maç var ve ben bütün gün okula bu maçların, özellikle bir maçın heyecanıyla tahammül ettim. O maç Galatasaray maçı değil. Milli maç değil. NBA maçı değil. Ülkerspor’un maçı. Çünkü basketbolun beni yolda arkadaşlarla güreşmek kadar heyecanlandırabilmesinin nedeni Michael Jordan ya da İbrahim Kutluay değil, Michael Anderson diye bir adam. Odamda gaste kağıda posteri Hagi’yle yanyana duruyor. Gerçi Anderson artık Ülkerspor’da oynamıyor. Hatta Anderson’ın yerine gelip kısa süreliğine yokluğunu unutturan Jerome Allen bile takımda değil. Yine de çocukluğumun bedenimin bazı bölgelerine hakim olabildiğim günlerindeki heyecanla takip ediyorum takımı. Galatasaray’ın basketbol takımıyla herhangi bir ilgim yok, tek bir oyuncusunu bile bilmiyorum. O takıma dair bildiğim tek şey Ülker’e gelen Quadre Lollis’in oradan gelmiş olması. Daha o yaştan karakterimin sevinmek için sevmeye göre programlandığını görmek kötü ama yapacak bir şey yok, ligde sadece Ülker, Efes ve Tofaş var ve geri kalanlar figüran bile değil, Hababam Sınıfı’ndaki tek replikli oyuncular gibiler. Yüzlerini görebiliyoruz ama seslerini duymanın imkanı yok.
O yüzden bana basketbolu sevdiren Michael Anderson’ın takımına bağlılığım sürüyor. Hem fena takım değil. Goljoviç var, kaptan Harun var, asi görünüşü nedeniyle çok sevdiğim Sarıca var, pota altında genç yetenekler Kerem Gönlüm’le wonderkid Zaza var, diğer genç yetenekler Tutku, Muratcan, Mustafa Abi var. Var oğlu var yani. Tamam Asım Pars da var ama o kadar kusur olur, nazar boncuğu niyetine. Ülker Euroleague’de sonunda gruptan çıkmış top 16 oynuyor. Yıllarca ligi domine eden takım Avrupa’da bir türlü başarı yakalayamıyor. Efes’in yanına bile yaklaşamıyor. Biraz futboldaki Galatasaray – Fenerbahçe gibiler ama tabii ben bunun farkında değilim o zaman. O yüzden Ülker’in ilk gruptan çıkmış olması büyük iş. Zaten zamanın iklimi buna müsait, futbolda UEFA ve süper kupa kazanmış, Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final oynamış bir ülke artık Türkiye, basketbolda da başarılar bekleniyor. Bu heyecanla oturuyorum maçın başına ama olmuyor. Efes kazanıyor, Ülker kaybediyor. İki hafta sonra yine heyecanla oturuyorum ama yine olmuyor. O zaman top 16 sistemi farklı, nasıl olduğu hakkında zerre bi fikrim yok ama bunun önemi de yok, izlediğim her maçını kaybediyor Ülker. Ben de böylece yavaş yavaş rotayı NBA’e kırmaya başlıyorum, çünkü sevinmek için sevmişim, Michael Anderson da yok. Çocuk yaşta Beşiktaş deplasmanında bile Ülker atkısıyla desteklediğim takımdan ufaktan kopuyorum ama yine olması gerektiği gibi Galatasaray basketbol takımına doğru olmuyor bu kopuş. Galatasaray basketbol takımı diye bir şey benim için yok. Aslan yürekli kızlarımızın birkaç gün önce kalbini kırdığı bi hanımın da dediği gibi “Galatasaray yok”.
Sonra zaman makinesine biniyorum, arkadaşlarla yol ortasında güreşler bitiyor, sınıflar geçiyorum, takdir teşekkür alıyorum, takdiri bi puanla kaçırıp kimyacıya sövüyorum, okullar bitiyor, sınavlara giriyorum, sınavlardan çıkıyorum, Ülker Fener oluyor, Chicago Bulls çöküyor, Celtics geri dönüyor, Derrick Rose geliyor, Dee Brown geliyor, Cafe Crown, Medical Park falan filan derken göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman içinde dün olmayan Galatasaray son lig şampiyonu apoletiyle Euroleague grup maçı değil, Top 16 değil, son sekiz yani çeyrek final maçına çıkıyor. İnsan bir şeyleri yaşarken günün hay huyunda herşeye kolayca uyum sağlıyor, çabucak alışıveriyor ama şu yazdıklarımı tekrar okuyunca 10 sene öncesinden bugüne gelinen noktayı algılamak daha zor oluyor. Tekrar yazıyorum; Galatasaray basketbol takımı Barcelona karşısında Euroleague çeyrek final serisine çıkıyor. Üstelik sezon içerisinde as kadrosunun yarısını kaybetmişken, iyi şeyler de yapan yönetim belli noktadan sonra zaafiyet göstermeye başlayıp şubeyi kendi haline bırakmışken, sürekli rakibin takımın çeşitli oyuncularına şu kadar milyon dolar vereceği konuşulurken oluyor bu.
Bunları sadece salakça bi nostalji hissiyle “vay be nerden nereye ha” demek için yazmadım. Paez seri öncesi benden de yazmamı isteyince kendimle yüzleşmek durumunda kaldım. Bu sezon Euroleague’i çok fazla izlememiştim ama dahası Galatasaray’ı pek izlememiştim. Bazı malum konular yüzünden yaşadığım soğukluk nedeniyle son dönemde mesafe girmişti takımla arama. Hatta rakip Barcelona’yı bile son dönemde daha fazla izlemiştim. Böyle bi durumda şakayla karışık olsa da “sevinmek için seviyor” olma durumundan utanmamama rağmen oturup takım üzerine teknik analiz yapmak iki yüzlülük olurdu. Üstüne artık takımdan çok adam tutmaya başladığımı fark ettim. Mesela haftasonu kadın takımımız o büyük zaferi kazandığında tarifsiz bir mutluluk yaşadım ama bir yandan da keşke Augustus da şu takımda olsaydı dedim, veya bu sene hiç oynamamasına rağmen Esra’nın Eurocup kadrosundan sonra bu kadroda da olmasından mutluluk duydum. Selçuk İnan kötüyken futbol takımının iyi gittiği günler bile biraz yarım oluyor benim için. Kewell’lı kadroyla geçilen Bordoaeux maçı sezonu her açıdan hüsranla bitse de geçen seneki Schalke çeyrek finalinden daha değerli gözümde. Hiçbir Galatasaray kadrosunun Ujfalusi, Melo, Selçuk, Semih, Elmander’in bir arada oynadığı sezonun yarısı kadar mutluluk vereceğini sanmıyorum ileride.
Örnekleri çoğaltabilirim ama gelmek istediğim yer şurası; ben çocukken sadece bir oyuncuyu sevdiğim senelerce bir bisküvi firmasının takımını destekledim. Sadece bir oyuncu yüzünden aidiyet duydum, basketbolu sevdim. Şimdi bu takım bahsettiğim soğukluğa neden olmuş olsa da Ergin Ataman’ın liderliğinde Arroyo, Ender, Furkan, Erceg, Cenk, Macvan gibi oyuncularla Avrupa’nın zirvesinde tek Türkiye takımı olarak kulüp tarihinde olmayan, rakip takımın kat be kat para dökerek bir kere yakalayabildiği bir başarıya ulaşmış durumda. Arroyo sayesinde futboldan başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen 8 yaşında bir çocuk eline basketbol topu alacak belki, uzun boyu yüzünden dalga geçilen 14 yaşında bir çocuk kendini Furkan’la özdeşleştirecek, yolu Abdi İpekçi’den geçmeyecek tonla insan bu adamlar sayesinde hayatında ilk kez maça gelip şubenin daimi takipçileri olacak belki.
O yüzden bu çeyrek final göründüğünden de değerli ve sonucu nasıl olursa olsun çok kritik bir eşiğe getiriyor kulübü. Ya bundan sonra sponsor bulunca bi hevesle para akıtıp sonra kendi haline bırakılacak şube ya da bu potansiyel artık doğru yönetilip o 8 yaşındaki çocuklara basketbolu ve elbette Galatasaray basketbolunu sevdirecek Arroyo’larla dolu, bu seviyeyi sürekli hale getirecek bir yapı kurulacak. Bu zorluklar içinde gelen bu çeyrek final altın bir fırsat, değerlendirip değerlendirmemek kulübü yönetenlerin elinde. Ne olursa olsun seri sonrası Ergin Ataman ve oyuncuların onurlandırılması için de ne gerekiyorsa yapılmalı, hakları ödenmeli. Sadece onlar değil, Cem Akdağ, Oktay Mahmuti, Haluk Yıldırım,Tutku Açık, Shumpert, Andriç, Hüseyin Beşok, Cüneyt Erden, Jasaitis, Evren, Jamon, Jamont, Shipp ve şimdi aklıma gelmeyen, 2005 sonrası sürekli ivmenin yukarı çıkmasını sağlayıp yaratılan heyecana katkı veren kim varsa hepsine selam olsun. Olmasaydınız hakkaten olmazdı.
fritz fassbender
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder